Suriye’de sekizinci yılına giren savaşta ülke nüfusunun yarıdan fazlası yerinden olmuştur. Yer değiştirenlerin yarısı ülke içinde yer değişikliğine sürüklenirken diğer yarısı da ana vatanlarını terk ederek ülke dışına gitmek durumunda kalmıştır. Göç İdaresi’nin en son verilerine göre Türkiye’de geçici koruma altına alınan Suriyelilerin sayısı üç buçuk milyonu (3.622.366) aşmıştır. Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin demografik özellikleri incelendiğinde, neredeyse yarısının (1.726.701) 18 yaş altı[1] kişilerden oluştuğu görülmektedir. Bunların, yürütülen kirli savaş, taraflar ve politik figürlerin ayırdında olmayan çocuklar olduğunu söyleyebiliriz.
Suriye’den gelen büyük sığınmacı dalgası ve pratikteki sonuçlarını tartışırken, yer değiştirmeye kaynak sağlayan asıl motivasyonun ne olduğunu tespit etmek gerekir. Farklı terimlerin birbirlerinin yerine kullanması kavram kargaşası yaratarak algıları etkileyebilir. Dışarıdan bir zorlama olmaksızın, kendi tercihiyle ve çoğu zaman ekonomik gerekçelerle ülke değiştiren kişiye göçmen denmektedir. Sığınmacı/mülteci kavramına baktığımızda ise gönüllük esasından ziyade zorunluluk nedeniyle bir yer değiştirme söz konusudur. Suriyeli mülteciler için ikinci durum vaki olmuştur. Çatışma ortamlarının yarattığı can güvenliği ve diğer güvenlik riskleri yer değiştirmenin temel motivasyonu olmuştur.
Türkiye’ye sığınan Suriyeli mültecilere ilk zamanlar ''misafir'' olarak yaklaşılsa da; Türkiye’de kalma sürelerinin uzaması, kaldıkları şehirlerdeki sosyal, ekonomik ve kültürel hayata dâhil olmaları ve bu dinamikleri etkilemeye başlamaları nedeniyle, bu yaklaşımdan uzaklaşmaya doğru bir süreç ilerlemektedir. Dâhil olma ve etkileme durumlarının son derece doğal ve insani olduğunu da belirtmek gerekir.
Irkçılık, Milliyetçilik, Ötekileştirme ve Yabancı Düşmanlığının Tahlili
Suriyeli mültecilere karşı ''misafir'' yaklaşımından uzaklaşırken, yeni yaklaşım tarzları tehlikeli bir mecraya doğru akmaktadır. Bu süreci daha çok ırkçı duygu ve düşünceler yönlendirmektedir. Ötekileştirme, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, ırkçılık vb. duygu ve düşüncelerin temelinde etnosantrik eğilimler yatmaktadır. Vatandaş (2016:321), etnosantrizmi, ''toplumsal bir grubun kendi grubunu diğer gruplardan üstün gören düşünce, davranış ve tutumları ifade etmektedir... Bugün yaygın kullanılan anlamıyla, kişinin kendi kültürünü, etnik grubunu, ırkını üstün görmesi ve bu üstün görme karşılığında ötekileri küçük görme ve aşağılama eğilimi taşımasıdır.'' şeklinde tarif etmektedir. Bu tanıma göre, bu yaklaşım tarzlarının İslam inanç sisteminde yeri olmadığını ve de Allah ve Resûlü’nün bu düşünce ve tutumlardan Müslümanları katî surette men ettiğini söylemek gerekir.
Batı düşünme tarzının Müslüman dünya üzerinde etkili olmaya başlamasıyla birlikte, kavram haritamızın sınırlarının değiştiğini söyleyebiliriz. İslâmî literatürde ''millet'' kavramı, bir inanca inanan kitlenin bütününe verilen isim iken bugün kavramın anlamı erozyona uğrayarak, ''nation'' karşılığı olan modern anlamıyla kullanılmaya başlamıştır. ''Modern dönemde Batı’da ortaya çıkan ''nation'' kavramı Türkçe ve Farsça’da millet kelimesiyle karşılanmış, böylece millet terimi İslâmî literatürde taşıdığı dinî içeriğinden soyutlanarak salt sosyolojik ve siyasal bir kavram halini almıştır.''(Şentürk, 2005:66). ''Nation'' kavramının tarihsel gelişimini inceleyen Kerestecioğlu (2016:315), bu konuda Greenfeld’tan (1992:6-9) şunları aktarmaktadır: ''Latincede ilk kullanımında ''natio'' küçük düşürücü bir içeriğe sahiptir. Roma’da yabancıları anlatmak için kullanılır. Aynı bölgeden gelen yabancılar bir ''natio'' grubu oluştururlar. Yabancılar Roma yurttaşı olmadıklarından, statüleri de onların altındadır. Benzer bir durumun Yunancadaki karşılığı ''ta ethne''dir. O da, yabancıları, putperestleri, dinsizleri, seçilmiş halka ait olmayanları tanımlamak için kullanılır.''
Kur’an terminolojisinde millet kavramı bir ırkı veya ulusu işaret etmemektedir. Kur’an’da "millet" kavramı: din, inanç sistemi ve takip edilen yol, bu yol üzerine bulunan insanlar toplamı anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet bu kavramın niteliğini ortaya koymaktadır:
"Sen onların milletlerine tabi olmadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar." (Bakara:120) (millete-hum; onların milleti)
"Onlar: "Yahudi ve Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" derler. De ki: Bilakis hanif olarak İbrahim'in milletine uyarız ki o (İbrahim) müşriklerden değildi."(Bakara:135) (Millete İbrâhîme: İbrâhîm'in milleti)
"Atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un milletine uydum."(Yusuf:38) (millete; millet)
"De ki: "Allah doğru söyledi. Öyleyse hanifler olarak İbrahim'in milletine uyun. O, müşriklerden değildi." (Al-i İmran:95) (Millete İbrâhîme; İbrahim’in milleti)
İslam’ın oluşturduğu ideal birlikteliğine dayalı kardeşlik düşüncesi, tarihimiz boyunca husumetleri söküp atmış; eskiden düşman olan grupları aynı "dava" etrafında toplayarak, dayanışma ve mücadele timsalleri haline getirmiştir.
Şulul (2014:328-329), cahiliye döneminde, Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki iç savaşların yaklaşık yüz yirmi yıl devam ettiğini ve bu savaşlarda iki kabilenin ileri gelenlerinden pek çok kimsenin hayatını kaybettiğini aktarmaktadır. Bu iki kardeş kabile, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesiyle birlikte, İslam inancı etrafında birleşerek, aralarındaki tüm düşmanlıkları terk etmiş ve bugün halen övgüyle bahsedilen Ensar adındaki faziletli bir topluluk haline gelmişlerdi. Kendi aralarında kardeşlik bağını tesis eden Evs ve Hazrec kabileleri, Medine’ye hicret eden Müslümanlara da sahip çıkmış ve onları hiçbir zaman öteki/yabancı olarak görmemişlerdi. Akbulut (2015:39), Hz. Peygamber’in Medine’de topluluklar arasındaki ilişkiyi düzenlendiği yazılı sözleşmeye Muhacirlerin de ''yerli''lerden ayrılmaksızın taraf olduklarını ifade etmektedir: ''Kureyş’in değişik kollarından olan Muhacirler, Medine Anayasası’nda, Medine’de yerleşik bir kabile gibi taraf olmuşlardı.'' İslam tarihinde, İslam’ın birleştirici gücünü gösteren pek çok örnek bulunmaktadır.
Küresel düzeyde, ırkçılık ve milliyetçiliğin Fransız Devrimi’nin etkisiyle, birlikte yol aldıkları söylenebilir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığının, "beyaz adam"ın diğer halklara tepeden bakan kibrini yansıttığını ifade edebiliriz. Buna göre, Avrupalılar ''İnsanlığın Efendisi'', diğer halklar ise ikinci sınıf insan, barbar, belki de insan dışı ve daha aşağıda olan varlıklardır. Miles (2000:16) Avrupalılar için, "ondokuzuncu yüzyılda ulusal sınırları yaratır ve sağlamlaştırırken, kendilerini farklılaştırıp ırksallaştırdılar." demektedir. Hobson da (2015:225) bu bağlamda Kiernan’dan (1986) şunları aktarmaktadır: ''Emperyalizmin bir ruhu varsa eğer bu Avrupalıların ''İnsanlığın Efendisi'' olarak kazandıkları zaferlerde ve Avrupalı kimliklerinin üstün olduğu inancında yatar.'' Sömürgeciliğin ve emperyalizmin temelinde yatan, Aydınlanma’nın ırkçı düşünce ve söylemidir. Sömürgeciliğin araçsallaştırdığı ''ırk'' düşüncesinin yaratılmasında soysal bilimlerin katkısı çok büyüktür. Örneğin Antropoloji, "beyaz adam"ın "barbar" halkları sömürebilmesinin bilimsel maskesi olmuştur. Münüsoğlu’nun (2017:28) yaptığı açıklamalar da buna işaret etmektedir: ''Antropoloji, uzakta yaşayan, 'öteki' topluluklar üzerine yapılan çalışmalarla başlar. Bu çalışmaları yapan 'beyaz adam' araştırdığı grupları kendi medeniyetini referans alarak incelemeye çalışmıştır. Bu çalışmalar neticesinde yapılan sınıflandırmalar toplumlar arasında eşitsizlikçi bir konum ortaya çıkarmıştır. Irkçılığı, toplumlar arasındaki eşitsizlikçi durumun politik düzeyde doğurduğu sonuç olarak görmek mümkündür.''
Wallerstein (2013:45-47), ırkçılığın ''işlemsel olarak işgücünün 'etnikleşmesi' denebilecek bir biçim'' aldığını söyler ve ırkçılığın sadece ''genetik ölçütle (deri rengi gibi) ya da toplumsal ölçütle (dinsel bağlılık, kültürel modeller, dilsel tercih, vb.) tanımlanmış başka gruptan birini küçümseme ya da ondan korkma tutumunda olma meselesi'' olmadığını ifade ederek; küçümseme ve korku tutumunun, ''kapitalist dünya ekonomisindeki ırkçılık pratiğini tanımlayan şeyin yanında oldukça ikincil'' bir öneme sahip olduğunu vurgular. Kapitalist sistemde emek gücü hayatî bir öneme sahiptir. Sermayenin sürekli bir artış gösterebilmesi, üretim maliyetlerinin sürekli bir düşüş sergileyebilmesiyle ters orantılıdır. Üretim maliyetlerinin düşürülmesi de, –maliyetler içinde önemli bir orana sahip olduğundan- emek gücü maliyetlerinin en aza indirilebilmesiyle mümkündür. Bu noktada Wallerstein, sermaye birikimini en üste çıkarmak için, üretim ve siyasal rahatsızlık maliyetlerini en aza indirmek gerektiği ve ırkçılığın da ''bu hedefleri bir araya getiren sihirli formül'' olduğu tespitinde bulunur.
Hobson (2015:222-223), Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri isimli eserinde, ırkçılığı, aleni (fizyolojik, genetik özelliklere dayalı) ve gizli olmak üzere ikiye ayırır ve gizli ırkçılığın, ''farklılığı genetik özelliklerden çok kültürel, kurumsal ve çevresel kriterler üzerinden kurduğunu'' belirterek; emperyalizmin oluşmasında, aleni ırkçılıktan ziyade gizli ırkçılığın öneminin daha çok olduğunu ifade eder.
Kur’an Kerim insanların, farklı özellik, cinsiyet ve topluluk bağlarına sahip olsalar da tek bir ana-babadan yaratıldıklarına vurgu yaparak, bütün olanın ''insan'' olduğuna, insanlık noktasında farklılığın olmadığına dikkat çeker: ''Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar yayan Rabbinizden sakının.''(Nisa:1)
Avrupa, sömürgecilik faaliyetlerini meşrulaştırabilmesi için sömürülen halkların insandan daha aşağı varlıklar olduğunu ispatlamaya ihtiyaç duymuştur. Çünkü, sömürü sadece zengin kaynakların yağmalanması anlamına gelmiyordu. Bunun yanında kölelik başta olmak üzere vahşetin her türlüsü, yerli halklara reva görülüyordu. Bu nedenle ilk başlarda, yerlilerin gelişmiş bir hayvan türü olduklarını bile savunmuşlardır. Avrupalı bazı din adamlarının bu teze karşı güçlü itirazlarda bulunmaları sonucu, sömürünün yeni aracı olarak misyonerlik faaliyetleri yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda Bernasconi’nin (2015:46) söyledikleri ayrı bir önem kazanmaktadır: ''Irk kavramının bazı temsilcileri kavramı desteklemek için en önemli fiziksel farklılık olarak ten rengini ve saç dokusunu yeterli bir kanıt olarak sunuyorlardı. Bu kavrama duyulan gereksinim, Avrupalı bilim adamlarına ulaşan, sayısı her geçen gün artan farklı halklarla ilgili, gitgide büyüyen veri yığınını düzenlemekten değil, çok daha özel bir problemden kaynaklanmıştır. Genel problem, birbirinden çok farklı gibi görünen bu dağınık ve çeşitli insan topluluklarının, Kitab-ı Mukaddes’i kelimesi kelimesine okumanın getirdiği gibi, nasıl olup da sadece birkaç bin yıllık bir zaman içinde tek bir çiftten türemiş olduğunu anlatabilmekti. İleri sürülen çözümlerden biri bunlardan bazılarının insan olmadığını söylemekti.''
Yeni 'Günah Keçisi' Ya Da 'Öteki'ler Olarak Suriyeliler
Irkçılığın niteliğine dair yapılmış oldukça çok tanım ve tespit bulunmaktadır. Önemli olanlardan birisi de ırkçılığın, aslında insanlık tarihiyle birlikte yol aldığı görüşüdür. Hudson’un da (2004:308-332) söylediği gibi: ''ırkçılık farklı zamanlarda 'öteki'nin farklı biçimlerde ele alınmasına bağlı olarak ortaya çıkan aslında tarihsel bir fenomendir ve dolayısıyla kültürel bir tarihe sahiptir.'' Irk, millet, etnik, kültür, sınıf vb. faktörlere dayalı ön yargılar, grup farklılıklarını öne çıkartarak, ''ben'' ve ''öteki'' ile ''biz'' ve ''onlar'' arasındaki psikolojik bariyerlerin oluşmasını sağlamaktadır. Bu şekilde inşa edilen bir sosyal yapının da eşitsizlik, nefret ve acıları doğurmaya gebe olduğunu söyleyebiliriz.
Müslümanların birbirini 'yabancı'lar olarak değerlendirmesi, Batılı yargılardan edindiğimiz hastalıklı bir tutumdur. Yakın tarihte yabancı düşmanlığının köklerini ABD ve Avrupa’da bulmaktayız. Hobsbawn da (2010:186) bu hususun altını çizmektedir: ''Yerli nüfusun, 'yabancılar'ın kendi ülkeleri ya da bölgelerine kitle halinde akın etmesine gösterdikleri keskin yabancı düşmanlığına bağlı ya da ırkçı tepki, ne yazık ki ABD’de 1890’lardan beri, Avrupa’da ise 1950’lerden yakından bilinen bir olgudur.'' Kur’an-ı Kerim’de, renk, milliyet, dil vb. farklılıkların taassup haline dönüşerek üstünlük nedeni görülmemesi; ayrıca bu tür farklılıklar sebebiyle her bir grubun kendileri için diğerini dışlayan/olumsuzlayan dünyalar oluşturmamaları gerektiğine işaret edilmektedir: ''Ey insanlar! Şüphesiz ki Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizle tanışabilmeniz için sizi kabileler ve halklar yaptık. Ancak Allah katında en değerliniz, en çok (Allah’tan) sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.''(Hucurât: 13)
Hiç kimsenin içine doğacağı topluluğu, coğrafyayı seçme imkânı yoktur. Renk, dil, aile ve akrabalık bağı gibi farklılıkların hepsi Allah’ın ayetlerindendir. Hepsi de insan için farklı imkânları ifade eder. Müslüman için elde bulunan tüm imkânların ''kulluk'' amacıyla kullanılması gerekir.
Toplum oluşumunun kaynağının ''kan bağına dayalı biyolojik topluluklar'' olduğunu söyleyen Duralı (2015:127), tarih boyunca bugüne nazaran yeryüzündeki nüfus, çok daha az bir yoğunluk seyrettiğinden, ''insanların haliyle, birbiriyle temâsı da seyrek ve kazara vukûu bulmaktadır'' der ve devamla: ''Pek yakın geçmişe değin, sözgelişi, Güney Afrikanın Kalahari çölünde, Amazon yağmur ormanının derinliklerinde, Yeni Ginenin ücrâ köşelerinde yaşayan kimi topluluklar, kabîle efradı dışında insanlarla karşılaşmamışlardır. İnsan kavrayışı onlarçin kendi kabîle efrâdının ötesine taşınmayacak bir tasavvur içeriğine sâhiptir'' şeklinde bu anlayışı örneklendirerek, kabîlecilik ve aşiretçiliğin de bu yaşanan gerçeklikten ortaya çıktığını belirtirtir: ''Topluluk mensuplarının sorusuz sorgusuz ve vazgeçilmezcesine dayanışmaları; kendilerinden olmayanlarıysa, dışlamaları. Hâliyle hareketiyle, tavır ve tutumlarıyla, görünüşü, giyim kuşamıyla bizden olmayan, Türkçede 'bilinmeyen', 'tanınmayan' anlamına gelen yabandan türetilmiş 'yabancı'dır. Yabancı, korkulan, bu yüzden de, tabîîatıyla, istenmeyen, kaçılan kimsedir.''
Türkiye’deki halkın şehirlerde, Suriyeli mültecilerle teması yoğunlaştıkça ''ayrımcılık'' düşüncesinin geliştiğini söyleyebiliriz. ''Yabancılar'' olarak yerli vatandaşlarla bir takım aynı imkânlara sahip olmaları bazı kesimleri rahatsız edebilmektedir. Örneğin, gittikleri hastanelerde Suriyelilerle birlikte muayene sırası beklemek, onların gözünde ayrımcılık yapmak için yeterli bir sebeptir. Ayrımcılıkta, kişi, önyargılı olduğu grupların iş, barınma, eğitim, sağlık vb. hizmetlerden yararlanmasına karşıdır. Bu duyguları besleyen bir unsurun da yoksunluk endişesi olduğu söylenebilir. Bir başka ifadeyle, belli bir grup nedeniyle kendisinin bazı imkânlardan yoksun kalacağı endişesidir. Bir topluluk/grup ''günah keçisi'' olarak belirlendikten sonra tüm sorumluluklardan kaçmak için ''süper'' bir fırsat elde edilmiş demektir. Ekonomi mi kötü gidiyor, sorumlusu bellidir: Suriyeliler. Çalışma ücretleri mi azaldı, sağlık hizmetleri mi aksıyor, ya da küresel ısınma(!)… Kaçtığımız şey aslında sorumluluklarımızdır. Böylesi de gerçekten konforu bozmayan büyük bir rahatlıktır. Bu şekilde, halkları fakirleştiren faizli ekonomiyi sorgulamanıza gerek kalmıyor. Ya da kitlesel mülteciliğin sebebi Amerikan emperyalizmiyle yüzleşmenize de lüzum yoktur. Nasıl olsa sorumlu bellidir: Suriyeli mülteciler.
Rahmet Peygamberi (sav); ''Mü’minler birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.'' demektedir. İslam dünyası büyük bir vücuttur. Suriyeli karşıtlığı ise ötekileştirmeye dayanır. Öteki, biz olmayandır. Müslümanlar, İslamî Vahdet idealinden uzaklaştıkları için diğer Müslüman halkları yabancılar olarak görebilmektedirler. Burada, vücudun bağışıklık reaksiyonlarındaki bir değişimden söz edilebilir. ''Bağışıklık direncinin nesnesi, haddi zatında yabancılıktır. Yabancı hasmâne bir gayeye sahip olmasa dahi, ondan herhangi bir tehlike sudûr etmese bile başkalığı sebebiyle imha edilecektir.''(Han, 2015:8). Oysa, bağışıklık sisteminin direnç göstermesi, tehdit olarak algılaması gereken şey, bölgemizdeki kaosun sebebi Amerikalı ve Batılı Emperyalist unsurlar ile Siyonist İsrail’dir.
***
İngiliz tarihçi Toynbee (1988:195) ırkçığın, ''yeryüzününün paylaşılması konusunda aslan payını alan Batılı ülkeler tarafından körüklenmekte'' olduğunu ifade ettikten sonra, Batı toplumunun içinde bulunduğu hastalıkların ırkçılık ve alkol olduğunu belirterek, çözüm yolunu sunar: ''İslami ruh bu hastalıkları, yüce bir ahlak ve toplumsal değerle yok edecek kadar kuvvetlidir… Müslümanlar arasında ırkçılığın kaldırılışının İslam’ın kalıcı ahlaki başarılarından birisidir.'' Toynbee (2002:33) başka bir eserinde ise, Müslümanların Batılı milliyetçi akımlardan olumsuz yönde etkilendiklerini vurgulamış ve İslam’ın ayrımcılığı gideren birleştirici bir güce sahip olduğunu ifade etmiştir: ''Batı’da, elbette, yanlış ve şüphelerle beslenen birçok ideal ve kurum var; milliyetçiliğimiz gibi mesela. Türkler ve onlarla birlikte birçok Müslüman halk bu fikirlerden diğer Batı halklarına nazaran daha kötü bir şekilde etkilenmişlerdir. Ve bizim, geleneksel olarak tüm Müslümanların hepsini dil, ırk farklılığı gözetmeksizin, kardeş gören bir İslam dünyasına nüfus eden bu kalpsiz Batı ideolojisinin sonucu ne olacaktır diye kendimize sormamız gerekiyor.''
Bizim coğrafyamızda büyük dinler, mezhepler ve etnik gruplar iç içe yaşama tecrübesine fazlasıyla sahiptirler. Ortadoğu’nun neresine bakarsak bakalım, bu farklılık ve çeşitliliği müşahede edebiliriz. Bu farklılık ve çeşitlilik tarihsel olarak bizler için hiçbir menfi çağrışımda bulunmamaktadır. Aksine, bizler için söz konusu olan zenginlik ve ahengin ta kendisidir. Bölgemizde tarih boyunca iç dinamiklerle büyük çatışma ortamları oluşması söz konusu değildir. Burada ifade edilen şey, Avrupa’da yaşanan mezhep savaşlarına benzer savaşların yaşanmadığıdır. Günümüzde yaşanan etnik ve mezhepsel çatışmaların da tamamen iç dinamiklere dayalı olarak ortaya çıkmadığını ifade etmek gerekir. Amerika’nın bölgeye girmesiyle birlikte, oluşmuş hassas dengelerin alt üst edildiğini söyleyebiliriz.
ABD ve Batılı müttefikleri, 20. yüzyılın başlarında Sykes-Picot ile çizilen Ortadoğu haritasını yeniden dizayn etme çabasındalar. ABD, yaratıcı kaos doktrini üzerinden bölgeye dışarıdan müdahalelerde bulunarak, bölge halklarının ayrışma ve çatışma ortamlarını derinleştirmektedir. Bu müdahaleler, doğrudan işgal şeklinde olduğu gibi ekonomik ve kültürel operasyonları da barındırmaktadır. Amerikan işgali sonrasında Irak’ta örneği yaşandığı gibi ülkeleri etnik ve mezhepsel temeller üzerinden parçalayıp bölerek, yüzyıllardır birlikte yaşama tecrübesine sahip bölge insanlarını, birbirlerine rakip ve yabancılar haline getirmişlerdir. Bölgemiz için tasarladıkları yeni düzen, onların deyimiyle "Yeni Ortadoğu"; birbirlerine düşman edilmiş halklar ile bölünüp zayıflatılarak İsrail’e tehdit oluşturma potansiyeli tamamen ortadan kalkmış ve İsrail’e tam bağımlı devletçiklerin oluşturduğu bir modeli ifade etmektedir.
"Onların toprakları" ve "bizim topraklarımız" nitelemesinin, emperyalist projenin en az yüz yıllık uzantısı olduğunu söyleyebilir; topraklarımızın sınırlarını çizerken, zihinlerimizi de sınırsız bırakmadıklarını ifade edebiliriz. Değil ise, Müslümanlar için Haleb, İdlib, Şam ile Konya, Trabzon, Bağdat, Kahire arasındaki fark nedir? Emperyalistler tarafından tanımlanmış sınırların Müslüman dimağında ve gönlünde bir yerinin olmaması gerekir.
***
Batı medeniyetinin kurduğu toplumsal yapı ırkçı, ayrımcı, ayrılıkçı ve sınıflı bir yapıdır. Oluşturduğu ırkçı düşünceler de diğer halkları daha rahat bir şekilde sömürebilmesine olanak sağlamıştır. Amerika ve Batılı güçler için, halkları birleştiren ne kadar unsur varsa yok edilmelidir. Müdahale ve kontrolün kolaylaşabilmesi için de toplumlara çatışma ihraç edilmelidir. Günümüzde İslam toplumlarında bu çatışmayı çok yönlü olarak görebiliriz: Karı-koca, aile-çocuk, zengin-fakir, toplum-birey ve etnik ve mezhebî çatışmalar.
Anlatılmak istenen, mülteci akını nedeniyle Türkiye’de hiçbir sorunun yaşanmadığını söylemek değildir. Böylesine büyük bir mülteci akınının sosyal, ekonomik ve güvenlik sorunlarına yol açması tabiidir. Unutmamamız gereken şey; bu insanların sığınmacı olmayı kendilerinin seçmedikleri ve savaşın sebebinin de bu mülteciler olmadığıdır. Bu kadar insanın mülteci olmasında payımıza düşen vebali de ayrıca düşünmek gerekir.
Türkiye özelinde, Suriyeliler ile Türkiyeli vatandaşlar arasında gerilim yaratılmak istenmektedir. Bunun her kesim için felaket olacağını ifade etmek gerekir. Ayrıca bu sürecin faillerinin de emperyalistler olduğu akılda tutulmalıdır. Genellikle bu süreç sosyal medya üzerinden beslenmektedir. Algıları hedef alan manipülasyon amaçlı dezenformasyonun aktığı mecra burasıdır. Yanlış veya doğruluğu bulunmayan ve kasıtlı olarak yayılan bilgilerle her iki taraf da çift yönlü olarak birbirine karşı kışkırtılmaktadır. Facebook, Twitter vb. "büyük veri"ye sahip sosyal medya şirketleri, bugün CIA için bir istihbarat alanı haline dönüşmüştür. Sosyal ağlardaki serüvenimiz üzerinden, algoritmalar yardımıyla kişilik analizleri yapılabilmekte; toplumsal alışkanlıklar, hassasiyetler ve rahatsızlıklar kategorize edilerek depolanmaktadır. İhtiyaç duyulduğu zaman da toplumun sinir uçlarına dokunabilecekleri malzemeyi kolayca bulmalarına imkân sağlamaktadır. Elli sekiz bin Facebook kullanıcısı üzerinde yapılan bir araştırma "sadece bir kişinin Like’larına bakarak, şaşırtıcı derecede doğruluk ile insanların en özel detayları ve kişilik özelliklerinin öğrenilebileceğini göstermiştir."(Goodman, 2016:107). Etnisite, kültür ve hayat tarzı üzerinden üretilen her çatışma çağrısı gayr-i islamidir, gayr-i insanidir, gayr-i meşrudur. Tefrikaya sevk eden her eylem, aslında hep birlikte yok oluşumuza davetiye çıkartmak demektir. İfade ettiğimiz üzere, ABD her alanda çatışma ortamları yaratmaktadır. Roberts’ın (2016:38), dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland hakkında söylediklerini akıldan çıkarmamak gerekir: "Nuland, Ukrayna’yı AB’ye sokmak ve isyanı teşvik etmek için Washington’ın 5 milyar dolar harcamış olmasıyla böbürlenmiştir."
***
Müslümanlar tarafından düşman tanımının doğru yapılması gerekir. Biriken öfkenin yöneltilmesi gereken adres: Siyonizm ve Emperyalizmdir.
"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız."(Ali İmran:103)
Kaynakça
Akbulut, Ahmet (2015). Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Ankara: Otto Yayınları
Bernasconi, Robert (2015). Irk Kavamını Kim İcat Etti?, İstanbul: Metis Yayınları
Duralı, Ş. Teoman (2015). Çağdaş Küresel Medeniyet, İstanbul: Dergâh Yayınları
Goodman, Marc (2016). Geleceğin Suçları Dijital Dünyanın Karanlık Yüzü, İstanbul: Timaş Yayınları
Greenfeld, Liah (1992), Nationalism: Five Roads to Modernity, Horvard University Press, aktaran Kerestecioğlu, İnci (2016). Milliyetçilik ''Uyuyan Güzeli Uyandıran Prens''ten Frankeştayn’ın Canavarına (19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler – H. Birsen Örs) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Han, Byung-Chul (2015). Yorgunluk Toplumu, İstanbul: Açılım Kitap
Hobsbawn, Eric J. (2010). Milliyetler ve Milliyetçilik, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Hobson, John M. (2015). Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
Hudson, Nicholas “ ‘Hottentots’ and the Evolution of European Racism”, Journal of European Studies, Vol. 34, No:4, 2004, aktaran Fatma Yılmaz, Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı, Ankara, Uluslararası Stratejik Arastırmalar Kurumu (USAK), 2008, s. 5.
Kerestecioğlu, İnci (2016). Milliyetçilik ''Uyuyan Güzeli Uyandıran Prens''ten Frankeştayn’ın Canavarına (19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler – H. Birsen Örs) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Kiernan, Victor G. (1986). The Lords of Mankind, New York: Columbia University Pres, aktaran Hobson, John M. (2015). Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
Miles, Robert (2000), Irkçılık, İstanbul: Sarmal Yayınları
Münüsoğlu, Hasan (2017). Irk Lekesi, Ankara: Heretik Yayınları
Roberts, Paul Craig (2016). Yeni Muhafazakâr Tehdit, İstanbul: Say Yayınları
Şentürk, Recep (2005). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:30, İstanbul: İSAM
Şulul, Kasım (2014). İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber (a.s.) Devri Kronolojisi, İstanbul: İnsan Yayınları
Toynbee, Arnold (1988). Medeniyet Yargılanıyor, İstanbul: İşaret Yayınları
Toynbee, Arnold (2002). Dünya, Batı ve İslam, İstanbul: Pınar Yayınları
Vatandaş, Celaleddin (2016). Modern Çöküş, İstanbul: Pınar Yayınları
Wallerstein, Immanueli, Balibar, Etienne (2013). Irk Ulus Sınıf, İstanbul: Metis Yayınları
[1] 0-4 Yaş: 585.281; 5-9 Yaş: 478.416; 10-14 Yaş: 369.461; 15-18 Yaş: 290.315
Yorum yazarak İslami Analiz Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan İslami Analiz hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler İslami Analiz editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı İslami Analiz değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak İslami Analiz Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan İslami Analiz hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler İslami Analiz editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı İslami Analiz değil haberi geçen ajanstır.