“Şeref-ül mekan bil mekin” (yani mekanın şerefi içinde bulunanlar sebebiyledir)demiş eskilerden biri; güzel de söylemiş. Ne kadar düzenli ve güzel de olsa bazı şehirlere gidip gelmemiz şehrin güzelliğinden ziyade, içinde barındırdığı değerler, kişiler sebebiyledir.Benim için Eskişehir de böyle bir şehirdir. Bu şehrin benim için değeri, Atasoy Müftüoğlu ağabeyin ve sevdiğimiz insanların orada yaşamasından dolayıdır. Yıllardır orada ikamet etmesine rağmen “sanki dün gelmiş gibiyim bu şehre” cümlesini sık sık tekrar eder. Belki de bu cümlesi Eskişehir'in adından başka hiçbir eskiliği olmayıp, yeni bir şehir olmasından yani Cumhuriyet Şehri olmasından ve ağabeyin de cumhuriyetin değerlerine de şehrine de tavrından dolayıdır. Bir ziyaretimizde öğle vakti civarıydı, ciddi bir ses tonuyla bizleri uyardı; ”arkadaşlar biraz kısık sesle konuşalım. Hüseyin Yavaş bu saatte hala uyuyor olabilir. Gece sabaha kadar sanal alemin siperlerinde göğüs göğüse savaşıp cihad ediyor. Henüz bu saatte uyanmamıştır.” Cümlesinin sonlarına doğru espriye gülmeye başladık. Bu sözlerinde sosyal medyaya yaptığı ince bir eleştiri olmakla birlikte, artık sosyal medya çoğumuzun hayatının bir parçası olmuş durumda.
Hüseyin Yavaş abi, Atasoy abinin oturduğu evin birkaç bina gerisinde oturuyor, yakın komşusu. Hüseyin abiyle Eskişehir'de tanıştık. O da iyi okuyan, gündemi yakından takip eden güzel bir ağabey olmanın yanında sosyal medyayı da çok güzel kullanan birisi. Pek çok haber sitesini, köşe yazısını, sosyal medya paylaşımlarını takip ettiği gibi, okuma-takip etme aşkından karikatür dergilerini bile mahrum etmeyen biri. Dikkate değer bulduğu haber, röportaj, makale ya da okuduğu bir kitabı, kitaptan güzel bir bölümü hemen paylaşır. Bu paylaşımlarını özellikle yakından takip edip dikkate alırım, faydalanırım. Özellikle Facebook'ta yaptığı paylaşımları “beğenerek paylaşıyoruz”üst başlığıyla paylaştığım çok olmuştur. Bununla beraber az da olsa beğenmediğim veya yorum bölümüne eleştiri yaptığım paylaşımları da oluyor.
Geçtiğimiz günlerde paylaştığı Nietzsche’nin bir cümlesi de bunlardan biri, şöyle diyor; “sadece binlerce yılın aklı değil, binlerce yılın çılgınlığı da patlak verdi üzerimizde. Tehlikelidir mirasçı olmak.”
Batı toplumlarını göz önüne aldığımızda Nietzsche’nin bu cümlesine katılmak mümkündür. Atalarından devraldıkları soygun, yağma, katliam, geleneğinin çılgınlığını miras olarak devraldılar. Sadece çok az vicdan ve akl-ı selim sahibi düşünüp bu durumu eleştirdi. Günümüzde batılı emperyalistler vârisi oldukları çılgınlığı fazlasıyla devam ettiriyorlar.
Yukarıdaki cümleye şu yorumu yaparak itirazda bulunmuştum. “Nietzsche’ye tam katılmıyoruz. Bazılarının üzerinde binlerce yılın aklı patlak verir, bazılarının üzerinde ise binlerce yılın çılgınlığı. Gelenekle kuracağımız sağlıklı ilişkiye göre binlerce yılın aklı üzerimizde tezahür ederken gelenekle ilişkimiz sağlıklı değilse kötü gelenekler üzerimizde çılgınlık olarak tezahür edecektir. Mirasçı olmanın tehlikelerini görüp idrak etmek gerekir. Eğer mümeyyiz bir akılla; iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırma kabiliyetiyle buna dikkat edilirse mirasçı olmak güzel bir şeydir. Binlerce yılın aklının mı yoksa çılgınlığının mı patlak vereceğine kendimiz karar vermeliyiz. ”Tarih tekerrürden ibarettir; ibret alınsaydı hiç tekerrür edermiydi?” sözü çılgınlığın üzerimizde patlak vermesinin sebebine işaret eder. İbret almanın yolu sanki, sağlam bir temyiz kabiliyetinden geçmektedir.
Bu mirasın genetik bir kader olarak üzerimizde tezahür edeceği anlayışını bizler kabul edemeyiz. Bunu kabul etmek demek bütün peygamberlerin mücadelesini ve peygamber efendimizin otuz sene gibi bir zamanda toplumu değiştirmesini ve peygamberlik görevini anlamamak demektir.
Gelenekten-mirastan ne anlamalıyız, gelenek nedir, geleneğin mirası nedir sorularının cevabını çok önemli buluyoruz. Bu sorulara doğru cevap verilememesinin yanlış örnekleri ile günümüzde ne yazık ki hayatın her alanında çok sık karşılaşmaktayız.
Gelenek mi, gelenekçilik mi sorusunun cevabını doğru vermeliyiz. “Gelenek ölmüşlerin yaşayan ruhudur, gelenekçilik ise yaşayanların ölmüş ruhudur.” cümlesi bu bağlamda derin anlamları içinde bulundurmaktadır.
Gelenekçilik devranlınan mirası hiç sorgulamadan, üzerinde düşünmeden, temyiz etmeden olduğu gibi taklit anlamına geldiği için yaşayanların ruhunu öldürür. Merhum Ali Şeriati bu hali “hayvanların geviş getirmesine” benzetir. Bu durumun “biz atalarımızı hangi yolda bulduysak ona tabi oluruz” diyen müşriklerden ne farkı vardır? Ya da geçmişİ olduğu gibi tekrar edip uygulayan/muhafaza eden Muhafazakar anlayıştan farkı nedir?
Gelenek ise hem düşünce ve hem de davranışta bizden öncekilerin-alim ve arif-meseleyi nasıl kavrayıp olaya yaklaştıklarını bilerek doğru düşünce ve davranışların örnek alınmasıdır. Bu anlamda geleneği devralıp devam ettirmek hem ilkesel duruşu, hem de uygulamaya dönük olarak ilkenin nasıl anlaşılması gerektiğini içinde bulundurur.
Kimi örnek alacağız, nasıl örnek alacağız, niçin örnek alacağız? Bu soruların gelenekle kurulacak doğru ilişki için önemli olduğunu düşünüyoruz.
Mesela Hazreti Ali ve onun bıraktığı geleneği örnek alırsak adalet, takva ve doğruluğu, nefsi için bir şey yapmamayı örnek alıp yaşatmanız gerekir. Böylece bindörtyüz yılın aklı takva ve doğruluk olarak üzerimizde ortaya çıkar. Ama Muaviye’yi örnek alırsanız, kabile asabiyeti ve taraftar çıkarcılığı, dünya malı, saltanat, debdebe hayatınızı kuşatır.
Hazreti Ömer'i örnek alırsanız yönetimde akrabalarımızı gözetip iş başına getirmek değil liyakat ve takvayı esas alır ve yönetimde hiçbir şaibeye izin vermezsiniz. Ama Hazreti Osman'ı örnek alırsanız yönetimde akrabalarınızı işbaşına getirir, onları kollayarak pek çok eleştiriye, şaibe ve yanlışa yol açarsınız. Bugün de iktidarlar kimi örnek alıp, hangi geleneği devam ettiriyorlar? Adalet ve liyakat ile mi anılıyorlar, yoksa asabiyyet, akraba ve eş-dost kayırma mı ayyuka çıkıyor?
Zalim iktidar-ulema ilişkisinde kimi örnek alacağız? İmam Ebu Hanife'yi, O’nun Zalimlere karşı koyması ve onların baş kadılık teklifini reddetmesini ve neticelerine katlanmasını mı, yoksa Ebu Yusuf'u örnek alıp saltanatı rahatsız etmeyecek fetvalarla, içtihatta bulunmasını ve gül gibi geçinip gitmesini mi örnek alacağız? Evet, hangi geleneği örnek alıp bizden sonrakilere gelenek olarak bırakacağız? Güzel ve doğru örnekleri mi yoksa yanlış ve çirkin örnekleri mi?
İktidara eleştirel bir mesafede duran Atasoy Müftüoğlu’nu mu bu geleneğin takipçisi olarak göreceğiz, yoksa Cumhurbaşkanını “yürüyüşün yeter ” deyip alkışlayan Rasim Özdenören’i mi? Hangisinde binlerce yılın aklı, hangisinde çılgınlığı patlak veriyor? Acaba Hayrettin Karaman hoca Hanefi mi?
Benzer örneklere Şia dünyasında da rastlıyoruz. Örneğin Merhum imam Humeyni'yi örnek alırsanız Amerika'nın İslam ülkelerindeki sömürü çarklarına çomak sokarsınız. Emperyalizmin ülkenizdeki ellerini kesip, gerekirse sürgün hapis ve ölümü göze alırsınız. Devrimci mücadeleyi yaşatırsınız. Kaygınız İslam'ın ve Müslümanların geleceği olur.
Ama Ayetullah Şeriatmedari’yi veya Ayetullah Şirazi ve benzeri mollaları örnek alırsanız sosyal, siyasi ve ekonomik, hayata karışmayan, emperyalizmin İslam ülkelerindeki sömürüsüyle bir problemi olmayan, tam tersi onlarla işbirliği yapanların geleneğini devam ettirmiş olursunuz. Sadece taharetler ve sular babıyla ilgilenirsiniz. İnsanlara sabırla beklemelerini, mehdinin gelip kurtaracağını ve zulmü ortadan kaldıracağını öğütlersiniz. İslam’ın ve Müslümanların geleceğini değil mezhebinin geleceğini düşünenleri örnek alırsınız.
Merhum Alia İzzet Begoviç’in geleneğini sürdürürseniz,”mehdi bizim tembelliğimizin adıdır” deyip gücünüz yettiği kadar gayret ve mücadele ortaya koyarsınız. En zor zamanlarda bile ahlak ,erdemi, adalet ve mücadeleyi yüceltirsiniz.
Yine bizden öncekiler “su-i misal emsal olmaz” cümlesi ile bu konuda genel bir kural koymuşlardır. Bu kural aynı zamanda bizlere, geleneği doğru devam ettirmenin yolunu göstermektedir.
Peygamberler atalarından devralınan dini-kültürel mirası devrimci bir duruşla sorgulayıp dönüştürmedi mi? “Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola tabi oluruz” diyenlere karşı tavırları ne oldu? Atalarının gelenekçiliği mi yoksa ilkesel karşı koyuş mu?
Tüm peygamberlerin aldıkları vahiy doğrultusunda yeryüzünün zalim ve tağutlarına karşı verdikleri mücadele ve özellikle Peygamberimizin (as) örnekliği bizlere şaşmaz ölçüler vermektedir. Bu konuda bile dikkat etmek gerekirse yanlış olanın gelenekçi bir yaklaşımla örnek alınmayacağına dikkat çekilir.
“Sen balık sahibi yunus gibi olma.”
“İbrahim de sizin için güzel örnekler vardır; ancak babası için yaptığı dua müstesna ve benzeri buyruklarla hatırlatma yapılır.
Konumuzla ilişkili bir meseleyi de hatırlamamız gerekiyor. İmanla ilgili konularda taklit caiz olmamakla birlikte ameli konularda taklit caizdir. Ancak her ne kadar müçtehit hatasında bile sevap alsa da, onun hata ettiği konuda taklit edilmesi caiz olmaz. Taklit eden günaha girer. Bu meseleden anlaşılması gereken hiç kimsenin körü körüne taklit edilmemesi gerektiğidir. Sorgulamadan itaat ederek, körü körüne birinin peşine takılmanın sonunda duyulacak pişmanlığın feryadıCehennem’de şöyle yankılanır. “Bunlar bizi saptırdılar bunlara azabı iki kat ver.”
“Tehlikelidir mirasçı olmak” demişti, Nietzsche. Fıkıhta bu tehlikenin önüne geçmek için bir kural vardır. Mirasçı akil, reşit ve mümeyyiz değilse ona mirası teslim edilmez ve şer’i hakim ona vasi tayin eder. Vasi, mirasçı adına onun mirasında tasarrufta bulunur; ta ki varis akil, reşit ve mümeyyiz oluncaya kadar.
Bizim problemimiz aslında tam da burada, sanki konumuzun püf noktası burası. Düşünsel ve kültürel mirasımız konusunda ne yazık ki nasıl tasarrufta bulunacağını bilmeyen, akil ve mümeyyiz olmayan çocuklar gibiyiz.Başımızda vasi de olmayınca mirası kolayca har vurup harman savurabiliyoruz. Hiçbir tasarrufumuz yerli yerinde olmadığı gibi dinin her alanında her türlü suistimal alabildiğince yaygındır. Düşüncede, fıkıhta, irfanda, sosyal ve siyasi hayatta, yaşantımızda hangi sahih geleneği devam ettireceğiz, neleri bizden sonrakilere gelenek olarak devredeceğiz, sorumluluklarımız neler? Hesap günü bunlardan sual edilmeyecekmiyiz?
“Ölmüşlerin yaşayan ruhunu” ve “ilk peygamberden son peygambere kadar olan vahyi ilik bağını” yani geleneğinasıl anlayacağız?
Ölmüşlerin yaşayan ruhu nedir, bu ruh nasıl yaşatılır? Vahyi ilik bağı nedir, bu bağ bizi ne kadar bağlıyor, biz neye bağlıyız?
Öksüzün malının gasp edildiği, zayıfın ezildiği, güçsüzün horlandığı, tarafgirliğin hat safhada olduğu bir zamanda herkes bunları yaparken Hz. Peygamber (as) ve bir avuç erdemli insan her türlü haksızlığa zulme karşı koymak, her şartta hakikati savunmak için ahitleşiyor. Biz de bugün Peygamber efendimizin (as) Hılf-ül Fudul örneğini mi alıp mirasçı olacağız, bu geleneği devam ettireceğiz ve bizden sonrakilere gelenek olarak bırakacağız,; yoksa sarığını, kılık kıyafetini veya sakalının boyunu mu?
Yorum yazarak İslami Analiz Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan İslami Analiz hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler İslami Analiz editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı İslami Analiz değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak İslami Analiz Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan İslami Analiz hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler İslami Analiz editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı İslami Analiz değil haberi geçen ajanstır.